30 Nisan 2024 - Salı

Şu anda buradasınız: / İLMİ KUŞANMAK ve AĞIRLIĞINI TAŞIMAK
İLMİ KUŞANMAK ve AĞIRLIĞINI TAŞIMAK

İLMİ KUŞANMAK ve AĞIRLIĞINI TAŞIMAK RECEP ARSLAN

Peygamberler, hayatlarının tüm alanlarında vahyedilen ilimleri kuşanıp, o ilimlerin şâhidliğini yaptılar. Onlar toplumun içinde ve her alanda yaşayarak dini kuşanıp göstermek zorundayken, zamanın toplulukları ve İslâm adına ortalıkta olan din adamları aynı örnek ve şâhidliği ortaya koymak zorunda değilmiş gibi düşünülür. Peygamberler yaşadıkları o ilmin şâhidliğini yaptıkları gibi, ağırlığını bütün hayatları boyunca taşıdılar. Rasûllerin bellerini büken, onları ihtiyarlatan o ilimler, zamanın ilmi elde etmiş olanların ve konuşanların bellerini bükmüyorsa, anlattıkları ilmi, hayatlarında kuşanıp etraflarında şâhidliğini yapmadıkları içindir. Sahabe, Rasûlullah’ın (s.a.s) hayatına şâhid oldular, tâbiînde sahabenin hayatlarına şâhid oldular. Onlara da sonraki nesil şâhid oldu. Sonrasında ise, niceleri tarafından ilim bilgilenmek, tartışmak, sultanların saraylarında konum elde edip dünyaya meyletmek için elde edilir oldu.
Dün olduğu gibi bugünde ilmi elde etme ve öğrenme sorunundan ziyade, ilmi yaşayarak şâhidliğiniortaya koyma problemi vardır. Elde edilen ilimlerin ağırlığı altında niceleri ezilirken, çoklarınında bu ilimlerle başları dikilmiş, kibirleri kabarmıştır. Her ilim sahibi elde ettiği ilmin ağırlığını taşıyamamış, o ilimlerle kendilerini olmadıkları yerlere koymuşlardır. Niceleri elde ettikleri ilimlerle sürekli hürmet ve saygı görmek, övülmek ve gündemde kalmak istemişlerdir. Dinlemek ve nasihat almak yerine, bunlar sürekli konuşup etraflarına bilgi ve akıl vermişler ve vermek de isterler. Bu tipler eleştirilmekten sürekli rahatsız olurlar ve muhataplarını toplum içinde kırar ve aşağılarlar.
zellikle Ehl-i Kitab’ın ve diğer dinlerin bozulmasında en etkili sebeplerin başında din adamı sınıfının oluşturulması ve onlara kayıtsız ve şartsız olarak itaat edilmesi gelmektedir. Belki nicelerine basit gibi görünen bu durum, onların ilah ve rab edinilmesine kadar işi götürür. Tevbe edilip vazgeçilmez ise, Allah’ın sıfatlarının gasbının affı da yoktur. Sizin sonsuz hayatınızı ilgilendiren ilimleri, siz birilerinin keyfine, bakışına, kapasitesine, tercihine bırakırsanız, eleştirdiğiniz toplumlardan, cemaatlerden fazla bir farkınız kalmayacaktır. Oysa insanın kapasitesi sınırlıdır ve sınırlı olana da mutlak ve sorgusuz itaat olmaz. İlmi, hayatınızda Rabbin emrettiği şekilde değilde, din adamı denilenlerin istediklerine göre yaşarsınız. Sonra da ‘Bu cemaatler neden bozulmuş?’ demenizin bir mantığı kalmaz.
 Doğru olmak kaydıyla bilgiyi her yerden alabilirsiniz. Tecrübeyi ise herkesten alamazsınız. Tecrübeyi alacağınız kişinin hayatına şâhid olmalısınız ki, alacağınız tecrübe sizin için daha etkili olsun. Sahabe gibi hiçbir topluluğun çıkmamasının bir sebebi de ilmi hayatında kuşanmış ve o ilimlerin ağırlığını taşıyan Rasûl’eşâhid olmalarıdır. Ne yazık ki, nice ilim ehli ve konuşan varken, hayatlarına şâhid olacağınız ilim ehli neredeyse yok gibidir. Din adına nicelerinin hayatlarına toplum şâhid olsa, övdükleri, yere göğe sığdıramadıkları din adamlarıyla bir hayatı paylaşsalar, toplum içinde çoklarının hiçbir değerleri kalmayacak ve yüzlerine bakılmayacaktır. Bundan dolayı da niceleri toplumun içine fazla karışmazlar ya da birileri onları toplumun içine çıkarmazlar.
 Övülen ama hayatlarında ticaret, komşuluk, akrabalık gibi sosyal hayat içinde yaşantılarına şâhid olunmayan nice din adamları ortalıkta konuşmaktadır. İnsanlar ise konuşmadan daha ziyade gördüğü hayatlardan etkilenir. Çünkü görmek, duymak gibi değildir. Peygamberlerin ilk vasfı şâhid olunandır. “Biz seni şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Fetih, 48/8) buyrulur. Her peygamber önce şâhid, yaşayarak bu dinin örnekliğini yapacak, sonra cennetle müjdeleyip cehennemle korkutacaktır. Peygamberler emredilen ilmi önce kendileri için amele dönüştürmüşlerdir, sonrasında ise davete. Dolayısıyla ilim elde etmenin ilk amacı kişinin kendisi için olmalıdır. Onun bu yaşantısına diğer insanlar şâhid olurlar ve örnek alırlar. Sonrasında da dilleriyle hakkı insanlara hatırlatırlar, tavsiye ederler.
İslâm’ın hayatlarının çoğunda olmadığı, ama ilimden bahseden kimseler, sahabenin bakışlarını, itaatteki samimiyetlerini, Rabbe, Kitab’a ve Rasûl’e olan teslimiyet ve bakışlarını değil, adlarından, neseblerinden ve yaptıklarından bilgi verirler. Onları ulaşılmaz, anlaşılmaz gösterip hikâye anlatır gibi sunarlar. Övülen, fakat örnek alınmayan sahabe anlatımları, anlatanın kendisine fayda vermediği gibi, zamanın insanına da bir fayda vermez. Elbetteki Rasûl’ün ve ashabının hayatını anlatanların çoklarının böyle dertleride yoktur. Bu anlatımlar kâfir ve müşrik toplumların atalarını ve geçmişi övme hastalığı gibi, İslâm’ın örneklerini ve değerlerini de övme hastalığına sebep olmuştur.
Geçmişe ibret ve ders almak için bakılır ve değerlendirilir. Her bir sahabînin hayatında nice ilmî kuşanmalar/pratikler, örnek alınacak şâhidlikler mevcuttur. Hz. Ebû Bekir de başka bir örnekliği, Hz. Ömer’de, Hz. Osman’da ve Hz. Ali’de alınacak başka başka örneklikler bulursunuz. Hayatları size ulaşan her bir sahabîden farklı örnekler görürsünüz. Yani her sahabî, her meselede üstün değildir. Kimi sahabede infakın zirvesi îsarınşâhidliği... Kiminde cihadın, kiminde şartsız boyun eğmede itaatin, kiminde kalben isteyerek boyun eğmede ibadetin, kiminde Rasûl’e her alanda adım adım tâbi olmanın şâhidliği gibi nice ilim kuşanılmış şâhidlik ve örneklikler.
 İnsan karakterleri farklı farklıdır. Her bir sahabînin hayatından, bu zamanın her bir ferdine uygun şâhidlikler mevcuttur. Her bir sahabînin her bir örnekliğini almaya çalışmak zordur. Cihadda cesur olanlar var olduğu gibi, ilimde derinleşenler de vardır. İnfakta ileri gidenler/öncülük edenler olduğu gibi, ibadetlerde de ileri gidenler olmuştur. Ticarette güzel örneklikler olduğu gibi, liderlikte ileri geçip güzel örneklikler de olmuştur. Mesele bunları zamanın insanının önüne yaşayarak örnek olarak sunmak gerektiğidir. Yoksa sadece nicelerinin övdüğü gibi sizde övülen sahabî örnekleri sunarsınız. Asıl örnekten ne kadar uzaklaşılırsa itaat ve ibadetlerdeki sapmalar, bozulmalar ve samimiyetler de o denli azalacaktır. Rasûl’e itaat ve tâbi olunacak ise mutlak olarak ona uymuş sahabî örnek(lik)lerine ihtiyaç vardır. Yoksa her kişi kendince yeni itaat ve tâbi olma örnekliği oluşturur ve sonrasında da ortada gerçek uyulacak din kalmaz. Rasûl olmadan kitaba, sahabe olmadan da Rasûl’e itaat edemezsiniz. Onlar olmadan ilim sonraki nesillere ulaşamayacaktır. Dünden bugüne onlardan bilgi ulaşsa da, ulaşamayan samimiyetleri idi. O da anlatmakla olmamaktadır. Sahabe amelleriyle övülürken bugünküler bildikleriyle övülmektedir. Oysa; ‘Amel, sözün efendisi’ denmiştir. Yani şâhidlik, yaşantınız konuşmanızdan önce gelir ve daha etkilidir. Çocuklar sözden ziyade davranışlardan etkilenirler.
 İlim, insanların dünya hayatlarını ve sonsuz âhiret hayatlarını düzenleyip kurtuluşa götürmesi gerekirken, tarih boyunca nice kişilerin ve toplulukların yanlış niyetle elde edip sapmalarına sebep olmuştur. Kişiyi cennete götürmesi gereken bilgiler onları cehenneme götürüyorsa veya başkalarının kurtuluşuna vesile olup da, kendilerinin sapmalarına, şımarıp kibirlenmelerine,dünyevîleşipâhiret gazabına sebep oluyorsa, bu ilim elde etmede ciddi bir bakış sorunu var demektir. Buna sebep, bilgiyi yanlış bakışla dünya menfaati için almak, sapmış ve yanlış kişilerden almak. Alınan bilgiyi başkalarına verme, anlatma amacıyla alıp, kendisine pay çıkarmamak. Geçmişin hatalarını kendisine mal etmemek. Kendisini hata yapmaz, yapmıyor bakışında olmak gibi. Bu bakışlar ilmi kuşanıp yaşamamaya, üzerinde ağırlığını taşımamaya sebep olacaktır.
Bilmeyenin ve bilmemenin mazereti olmaz. Hele bunca bilgiye ve bilgiye ulaşma imkânları varken. Velev ki bilmeyenin amelî meselelerde bir nebze mazereti olsun. Onca zahmetlerle edinilen bilgilere rağmen bilenlerin âyet ve hadislerdeki tehditlere rağmen sapmaları, topluluklarını saptırmaları anlaşılır değildir. Bunca bilgiye rağmen onların hiçbir şekilde mazeretleri olmaz, olamaz. “De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır.”(Zümer, 39/9) Yani bilenlerden, daha fazla davet, amel, takvâ, ihlâs, ihsan ve sabırlı olmaları beklenir. Bilenlerin dünyadaki sorumlulukları aynı olmayacağı gibi, âhirette cennet mükâfatı ve cehennem azabı da aynı olmayacaktır. Bilgiyi elde etmek elbette zor ve yıllar alır. Tecrübe ise çok bedellerle veya geçmişten ders alınarak elde edilir. Fakat elde edilen ilmi üzerinde taşıyıp hayatında yaşamak ve korumak kolay değildir. Yıllar uzadıkça bu daha da zorlaşacaktır. Sabırlar zorlanacak, bulunulan topluluklar, cemaatler eleştirilecek, ilim aldıkları ve dinledikleri insanlar beğenilmez olacaktır. Sonrasında ise benceler ve bana göreler gündeme gelecektir. Oysa kimseden ve yapılardan böyle bir zaman diliminde ve ortamda kapasitelerinin dışında bir şey beklenmemelidir. Aslolan herkesin nasıl bir yaşantı ortaya koyduğudur. Ashabdanhiç kimse, hata var diye bulunduğu topluluğu terk etmediği gibi, hata yapanları da dışlamıyordu.
 Hiçbir sahabînin hayatında elde ettikleri ilimle kibirlenen, övünen, ilmi kendi değeri/kazanımı gibi davranan kimseyi bulamazsınız. Sahabe, sadece ilmi elde etme değil, elde ettikleri ilimleri amele, hayatın içine sokma mücadelesi verirlerdi. İlmin verdiği ağırlık sahabede görüldüğü gibi sonraki nesillerin bazılarında da görülmüştür. İmam Malik’e kırk sekiz soru sorulmuş, o da otuz ikisini bilmediğini söylemiştir. İnsanlar, ‘Sen âlimsin nasıl bilmiyorum dersin?’ dediklerinde ‘Bilmediklerimi ayaklarımın altına koysalar başım Arş’a değerdi’ demiştir. Emevî döneminde baş kadılık yapan imam EbûYûsuf’a soru sorulur o da ‘Bilmiyorum’ deyince, ‘Nasıl olur, sen devletten maaş alıyorsun?’ denildiğinde ‘Bana bildiklerim karşısında maaş veriyorlar. Bilmediklerim için maaş verselerdi devletin hazinesi yetmezdi’ demiştir. Yine Hz. Ali’ye sorulan soruya ‘Bilmiyorum’ demesi üzerine, ‘Yâ imam nasıl bilmezsin?’ denildiğinde Hz. Ali ‘Her şeyi bilen burada oturmaz’ demiştir.
Gerçek âlim, sonsuz ve sınırsız ilim sahibi olan, Rabbimizdir. İlim elde edenlerden beklenen önce gerçek âlim olan karşısında hadlerini bilmeleridir. Bunu anlamak, âcizliğinin farkında olmak en büyük ilimdir. İlim öğretenlerin de, öğrettiklerine önce bu bakışı vermeleri gerekir. Yoksa sadece bilen, konuşan, tartışan ve sonrasında kimseyi beğenmeyen kibirli nesiller yetiştirilmiş olur. Kibrin sonucunda tartışanlar bildiklerini en doğru görür, savunur ve tartışırlar. Bunların gerçek doğruyu kabulleri de çok zordur. Nicelerinin kapları dolmuş ve yeni bir şey almaya yer kalmamıştır. Bunların din adına her sorulana cevap vermek gibi birde hastalıkları vardır. Asıl âlim; bilmediğinin farkında olanlardır.
 Dikkat edilmelidir ki, İslâm adına konuşanlar, Allah adına konuşmuşlardır ve bu söylenenlerin zor bir âhiret hesabı vardır. İlim, insan üzerinde ciddi bir ağırlıktır. Amel edilmediği takdirde kişinin üzerinde yüktür ve sahibini dört ayaklı taşıyıcı yapar. İlmin ağırlığını taşıyamayanların ve ne amaçla ilim elde ettiklerinin farkında olmayanların sonları beğenmediklerinin haline benzeyecek ve bulundukları yapıları terke kadar işi götürecektir. Sürekli başkalarından bahseden ve şikâyet edenler, kendi hatalarını görmeyen ve bakmayanlardır. Bunlar sadece kişilerle uğraşan küçük kafalardır. Büyük kafalar, inançlarla, dinlerle, davalarla uğraşanlar ve gündem yapanlardır. Kişiler ve olaylar gelip geçici, davalar ve inançlar ise kıyamete kadar devam eder.
lim ehli olan insanların kibirlenmeleri, övülmek istemeleri ve kendilerini övmeleri yanlış olduğu gibi, etrafında olanların onları övmeleri, onlarda olmayan kerametlerle, vasıflarla donatmaları daha da kötüdür. Övenler, övülme hastalığı olan insanların sapmalarına, hem de haktan diye sapmalarına sebep olacaklardır. Siz övmezseniz, her söylediklerini, attıklarını yemezseniz, onlar atacak ortam bulamayacaklardır. Dolayısıyla daâhirette itaat edenler ve itaat edilenler, birbirlerinin sapmalarına sebep olduklarından dolayı cezalarıda beraber olacaktır.
“(Tâbi olanlar) “Şüphesiz ki siz, bize sağdan geliyordunuz” derler. (Tâbi olunanlar) “Hayır aslında siz iman eden kimseler değildiniz. Bizim sizin üzerinizde bir hâkimiyetimiz de yoktu. Bilakis siz azgın bir topluluktunuz.”” (Sâffât, 37/28-30) Aslında kimsenin kimseyi saptırdığı yok. İnsanlar sapmaya razı ve öyle bir hayatı yaşıyorlar.
Âyette buyruluyor ki: “...Ey Rabbimiz! İşte şunlar bizi saptırdılar. Onlara ateşten bir kat daha azap ver...” (A‘râf, 7/38)
 Yine âyette buyruluyor ki: “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Onlar ise bizi yoldan saptırdılar. Ey Rabbimiz! Onlara azabı iki kat ver. Onları büyük bir lanet ile lanet et derler.” (Ahzâb, 33/67-68) İlmi elde edip gereğini yapmayan ve onlara körü körüne boyun eğip her emrini yerine getirenlerin âhiretteki durumları birçok farklı âyette açıkça bildirilmiştir.
 Hak adına mücadele eden kimselerin, şeytan ve onun yolundan giden kâfir ve müşrik toplumların kıyamete kadar bâtıl davaları için verdikleri sabırlı/azimlimücadelelerine bakmaları ve ondan kendilerine pay biçmeleleri gerekir. Küfür ve şirki savunan ve destekleyenlerin,âhiret beklentileri ve düşünceleri yokken; yaptıklarıyla sonsuz âhireti kazanma imkân ve beklentileri olanların, kısacık dünya hayatı için bıkmaları, sabırsızlık göstermeleri, davalarından uzaklaşmaları, dünyevileşmeleri anlaşılır değildir. Hayırlarda yarışmaları istenilenlerin en azından düşmanın mücadelesine bakıp da azimli olmaları gerekir. Kötüye bakıp da ev ve mal sahibi olanların, kötülere bakıp da ilim, amel, sabır, takvâ ve mücadele sahibi olmaları beklenir. Kişi kendisinden önceki tecrübeye değer vermeli ki, o yerde aynı hataları yapmasın. Yaklaşık iki binden fazla âyette Rabbimiz geçmişin tecrübelerinden bahseder ki, sonrakiler aynı hatalara düşmesinler. Elbette nasihat; ibret ve ders alanlaradır.
Tarih boyunca dini, bilmeyenler değil de, bilenler tahrif etmişler ve gerçek hak ortaya çıktığında ilk düşmanlık yapanlarda onlar olmuştur. Cahil bildiği kadar amel etme derdindedir. Bilgi olmayınca tahrifat da yapamaz. Fakat ilmi dünyalıklar için elde edenler, elleriyle yazdıkları ve dilleriyle söyledikleriyle dini bozarak ‘Gerçek İslam bu’ derler. ‘Allah katındandır, Allah ve Rasûlüâyet ve hadislerinde bunları kastediyor’ diyerek saptırırlar. Oysa Rabbimiz Ehl-i Kitab’dan genişçe bahseder ki, İslâm toplumu aynı hatalara düşmesinler. Ehl-i Kitab’ın din adamları kendi elleriyle yazıp, uydurarak dilleriyle söylediklerini, bunlar Allah katından derler ve toplumu saptırırlardı. Sonrada toplum içinde din adamı sınıfı oluşup onlara şartsız ve mutlak itaatler gündeme geldi. Onların her dediği hak kabul edildi. “Onlar hahamlarını, rahiplerini ve Meryem oğlu Mesihi rabler edindiler.” (Tevbe, 9/31) âyetiEhl-i Kitab için değil de, onlara karşı uyanık olmaları istenilen mü’minlereydi. İki yüz yıl yaklaşık Avrupa hayranlığının meyveleri son yüzyılda İslâm toplumu içinde ortaya çıktı. Kendilerini İslâm’a nisbet edenler, artık Ehl-i Kitab’dan daha fazla onların yaşam ve yasalarını savunur ve destekler oldular. Bir de bu bâtıl yolları, yaşam ve yasaları İslâm’a uygun ve adaletli görmeye başladılar.
İnsanlara ilmi öğretip ve anlatıp kendileri yapmayanlar Kitab’da uyarılır: “Sizler Kitab’ı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emreder kendinizi unutur musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara, 2/44) İlmin ağırlığını taşıyamayan ve ilmi kendi menfaatleri için öğrenenler, farkında olmadan Allah’ın âyetlerini kendilerince yorumlarlar, Allah’ın haram dediğine helâl, helâl dediğine haram der, şirk ve küfür dediğini iman diye gösterirler. Bilerek veya bilmeyerek ortaya konulan bu bakışlar hakkın üstünü örtmeye, Allah’a akıl vermeye, O’na dinini öğretmeye kadar işi götürür. “De ki: Dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz?...” (Hucurât, 49/16) âyeti yapılan yanlışı ortaya koyarken çokları bunu üzerlerine almazlar. Zihinlerde Allah’a karşı, okunan bir kitab gönderen, hayata karışmayan bir yaratıcı anlayışı oluştururlar.
Tüm hayatı Rabbimizin kontrolünde olan Rasûl’ün örnekliği yerine kendi görüş ve düşünceleriyle örneklik oluştururlar ve anlatırlar. Rasûl’ün hayatında istediklerini alıp istediklerini gizlerler. Kendilerince Rasûl’e örneklik dersi vermeye kalkarlar. ‘Ben böyle düşünüyorum, görüşüm bu, bence bana göre böyle’ deyip, kendilerince Allah’a ve Rasûlü’ne dini öğretmeye kalkarlar. Allah’a ve Rasûlü’nün emri karşısında görüş bildirenler, müçtehid, fakih, âlim olan ilim ehli insanların yerini alıp içtihatlarda bulunur, istedikleri gibi fetvalar verirler. Bunların fikirleri ortama, şartlara ve zamana göre sürekli değişmektedir. Oysa ilmi anlatıp amel etmeyenler için Rabbimiz, cehennemde özel azaplar hazırlamıştır, hadiste bildirildiği gibi. Rasûlullah (s.a.s.) buyurdu ki: “Hüzün kuyusundan Allah’a sığının. O, cehennemdeki kuyudur ki, cehennem her gün dört yüz defa o kuyunun dehşetinden Allah’a sığınır. Oraya en çok gösterişçi âlimler girer.””İlmiyle amel etmeyen âlim, kıyamet günü en şiddetli azaba uğrar.”Kur’ân’a ve sünnete bir tarih kitabı gözüyle bakmanın sonucunda anlatılanları kendi üzerine almama hastalığı oluşmuştur. Bu da kibrin bir sonucudur. Her mü’min mutlaka ilmi elde etme ve anlatma niyetini sorgulamalıdır.
Asrsûresi, bir mü’minin yapması gerekeni bildirir. İman edip salih amel işlemek kişinin kendisi içindir. Hayatında ilmi kuşanmak ve şâhidliğini yapmak, salih amellerdir. Sonra bu yaşantısını insanlara anlatarak tavsiye edecektir. Böyle bir hayatı oluşturmak ve korumak kolay değildir. Sabredecek ve etrafına da sabrı tavsiye edecektir. İmam Şâfiî ‘(Yalnızca) Asrsûresi(bile) insanın kurtuluşuna yeterli’ demesine rağmen günümüz MüslümanlarınaKur’ân’ın bütünü yetmemektedir. Yazılan, sayılamayacak kadar çok kitaplar da meseleyi anlamaya ve değiş(tir)meye de fazlaca sebep olmamaktadır. Bunca ilmin içinde ve kolayca ulaşılıyorken, ilimden uzak ve ilim fukarası olma anlaşılır değildir. Elbette ki insanların bulundukları halden memnun olmaları, değişmeye gerek görmemeleri, yaptıklarını hata kabul etmemeleri ve affedileceklerini düşünmeleri, değişmelerinin önündeki en büyük engellerdir.
“Kendilerine Tevrat öğretildiği halde onunla amel etmeyenlerin durumu, sırtına kitab yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah’ın ayetlerini inkâr edenlerin durumu ne kötüdür. Allah, zâlimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Cum‘a, 62/5) İlim sahibi kınanır ki bildiklerini hayatına uysun ve o ilmin ağırlığını taşısın. Şeytan ve yolunda olanlar ilimsiz, bilgisiz insanlar değillerdir. Şeytanı bilgisizlik değil de, Allah’ın iradesine teslim olmaması kâfir ve azgın yaptı. Bugün dünya insanı hayatlarına Allah’ın iradesi olan Kur’ân’ı sokmayarak, O’nunla hâkimiyet yarıştırırlar. Bunca isyana rağmen hiçbir inanç ve cemaat sahibi kendini kâfir ve müşrik kabul etmez.
 Rabbimiz, Rasûlü’ne“Sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun” (Şûrâ, 42/52) âyetinde buyurarak, bilginin sahibi kendisinin olduğunu hatırlatır. Bu bilgileri Rasûl kendisine mâl edemezken, değiştiremezken ve o bilgilerle övünemezken, kendilerini Rasûl’ün yolunda görenler nasıl olur da bu bilgileri kendilerine mâl ederler ve o bilgilerle kendilerini ayrıcalıklı görüp övünürler?Yahudi, Hristiyan, Hindu, Budist gibi nice din ve inanç mensubunu din adamları bilgi edinir, görüntüde Allah’a ulaşmaya çalışır ve cennetini umarlar. Elde edilen bilgilerin doğru olması asıldır. Çünkü İslâm adına denilerek nice bozuk fikir ve ameller ortaya konulmaktadır.
 Kişinin kuşanıp etrafına ve sonraki nesillere aktaracağı bilgilerin doğruluğu çok önemlidir. Çünkü herkes sonraki nesline her ne aktarmışsa, neye vesile olmuşsa, bunlar devam ettiği sürece sorumludur. Kimse konuştuğum ve yaşadığım beni bağlar diyemez. Konuştuğunuz ve yaşadığınız hayattan niceleri etkilenecek ve nicelerin sonsuz hayatları ya cennetlik ya da cehennemlik olacaktır. Bu hafife alınacak bir durum değildir. Bundan dolayı kıyamette iki taraf birbirinden şikâyette bulunacaktır. “Ey Rabbimiz! Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik. Onlar ise bizi yoldan saptırdı.” (Ahzâb, 33/67) Yine niceleri diyecekler ki: “Bizden öncekiler bu yolu bozdu. Bizde onlardan sonra gelen bir topluluğuz. Bundan dolayı bize azap mı edeceksin?” ayetleri kıyamet günü bâtıl yolunda öncülere, örnek olanlara lanet okunacağı, Allah’a şikâyette bulunacağı bildirilir. Oysa her insan yeryüzünün sorumlu halifesi ve bu vazifesini Allah adına yapabilmek için ilim elde etmelidir. İtaat konusunda ya Allah Teâlâ’ya, ya da insana itaat edecektir. Allah’ın dininden kuşanıp şâhidliğini yaşamadığınız hayatı, insanların irade edip uydurdukları yasa, yol ve fikirlerle yaşamak zorunda kalırsınız. Asıl amaç ne kadar ilim elde edildiği değil de, o ilimleri hayata ne kadar geçirip, ağırlığının taşınıp taşınmadığıdır. Allah’ın iradesi olan dini yaşayanlara da bu yaraşır.

logo
Bugünün ihyasından yarının inşaasına
Bize Ulaşın

0(216) 612 78 22

0(216) 611 04 64

vuslat@vuslatdergisi.com

Ihlamurkuyu Mah. Alemdağ Cad.
Adalet Sok. No:11 P.K 34772
Ümraniye / İstanbul